Özellikle 20. yy ve sonrasında dünyaya gelmiş insanların ister okumuş ister okumamış olsunlar çok ama çok büyük bir kısmının göz ardı ettiği bir nokta var ki o da bilginin değeri yani epistemolojisi.
Son 1 asırdır yaşayan insanlar, ne yazık ki bilgiyi pozitivist yaklaşımdan ibaret sanar. Dini bilgi diye bir şeyse yoktur. Bilginin kaynağı ise 3 çeşittir; dördüncüsü yoktur. Sahip olduğumuz tüm bilgi birikimi, uygarlık, tarih ve kültür bu 3 dayanak ile kaimdir:
1. Akıl
2. Sezgi/ nakil/ vahiy/ ilham (nasıl isimlendirilmişse)
3. Duyular/ deneyler/ tecrübe
Bu kaynaklara nasıl yaklaşıldığı, hangilerine ne gibi şüpheler duyulduğu, dışlanıp kabul gördüğü vb. Onaylanıp onaylanmadığına dair izlenecek metotlar ise çeşitli felsefi görüşlerin alanıdır. (Sezgicilik, akılcılık, ampirizm, pragmatizm, dualizm, nihilizm, sensualizm, pozitivizm, egzistansiyalizm vb uzar da uzar.)
Evvela şunu kabul etmek gerekir ki, “ispat” denilen olgunun ölçütleri de belli dinamiklere göre işler ve eğer siz ispat sözcüğünden yalnızca laboratuvar çıkışlı bir belge ve makale anlıyorsanız meseleye çok kısır bakıyorsunuz demektir. Ha “ben hobi olarak yine de böyle bakacağım, ille de böyle ispat ararım.” Diyorsanız o zaman şunu söylerim ki, tarih boyunca hiçbir filozof ya da bilim adamı ispatı ispatlayamadı. Yani bugün hala kesin bir yorum gelmiş değil.
Modern bilim dediğimiz pozitivist/ pragmatist bilgi kümesi duyuları ve aklı kabul edip sezgiciliği dışlayan bir kümülatiftir. Ancak duyu yani deney denilen bilgi kaynağına da, akla da sınırlar çizmiştir; bunların da yalnızca bir kısmını, belli şartlar altında kabul etmiştir. “Bilim, tek bilgidir, tek bilgi otoritesidir.” Demekse Einstein'ın e=mc2'si başta olmak üzere özel ve genel göreliliği aslında yoktur demektir. Zira o, tüm bu modern fiziği yalnızca düşünce deneyleriyle bulmuştu. Bu sebeple şüpheyle yaklaşılacak ilk olgu bilimsel bilginin değeridir.
Bilgiye ve kaynağına her kim sınır çizmeye kalkmışsa, her kim yalnızca pragmatik sonuçları kabul etmişse (uçak uçuyor demek ki bilim hak; telefon çalışıyor demek ki bilim hak, elektrik bilim olmasa olmazdı, demek ki tek gerçek bilim) şüpheyle yaklaşılması gereken ilk odur.
Din denilen bilgi ve inançlar kümesi ise biraz karmaşık bir mesele. Tek tanrılı dinlerin vahiy ve nakil kaynaklı olması (iki önceki paragrafa parantez içinde koyduğumuz arkadaşlar vahiyi kabul etmedikleri için yalnızca nakil derler, önemli değil sonuç aynı) bilgi sözcüğüne yüklediğimiz anlamı bütünüyle değiştirir. Zira tüm bilgi kaynakları sınır çizilmeksizin kullanıma açıktır ve kullanılır. Ancak dinler (her üçü de) şöyle bir ön ikazla var ederler kendilerini: tek hakiki kaynak vahiydir ve akıl ve duyu yalnızca buna yardımcı olmak, açıklamak ve yüceltmek için vardır. Bunu kabul etmek içinse geçilecek tek köprü inanç köprüsüdür. İnandığımız taktirde dindar oluruz. İnanmaz isek dönemin şartlarına göre kafir, dinsiz, zındık, ateist artık neyse. Kelimeler çok önemli değil.
Doğası gereği merkeze vahiy konulan bir bilgi -ki bu bilgi asırlar boyunca hiçbir şekilde değiştirilemez; ancak yorumlanarak var olabilir. Yeni ahit ve Kuran'da evrenin 6 günde yaratıldığının söylenmesi 20. Yüzyılda bigbang teorisi geliştirdiğinde uzay-zamanın şimdiye kadar 6 farklı evrede geçtiğinin belirlenmesiyle yeni bir yoruma kavuşur. Kuran'da 7 kat gök ifadesi atmosferin 7 tabakasına işaret edebileceği gibi güneş sisteminin de 7 evresine işaret edebilir. Bilimsel bilginin açtığı yol; vahiyle desteklenmişse bize yalnızca pragmatik/ pratik ve teknik bilgi değil, aynı zamanda hayatımıza bir anlam bilgisi de yükler.
Kutsal kitaplarda belirli nesnelerin ve sayıların ilginç bir şekilde kullanımı zaten ilk okuyuşta bile bunların metaforik/ alegorik/ icazlı yapısına bizleri yönlendirebilir. Burada akıldan hiçbir zaman çıkarılmaması gereken nokta delilin müddeadan hafi olamayacağıdır. Bu bütün vahiy için geçerli evrensel bir dil kuralıdır. Basit bir örnek: “güneş döner” ayette geçen bu ifadenin nihai amacı bu bilginin veya bu oluşun yaratıcının kudretini yansıtmasıdır. Eğer ayette “güneş falanca şekilde döner, şu evreleri izler, galaksinin etrafında şu noktalar çevresinde falanca amaçla döner; bakın rabbinizin kudretine!” Denilse İdi:
1. Evvela yaratıcının kudreti güneşin dönmesi bilgisinin yanında gölgede kalacaktı ve insanlar yaratıcıdan ziyade güneşe bir ilgi-alaka duyacaktı.
2. İnsanın aklını kullanma ve merak etme kabiliyetleri ellerinden alınmış olacak ve önlerine hazırdan kullanıma açık pragmatik bilgi sunulacaktı. (Ayette falanca şekilde şunu yaparsanız elektrik ortaya çıkar bunu şu şu amaçla kullanabilirsiniz dense, insan ve medeniyet gelişimi/ tekamülü diye bir şey olmaz; bir kutsal kitap iner inmez insan medeniyeti nihai mertebesine ulaşırdı.)
3. Kutsal kitaplar cilt cilt olacak ve olağanüstü açık bilgiden dolayı karmaşa yaşanacaktı çünkü o dönemin insanları ve uygarlığı bir anda bu kadar zihinsel gelişimi kaldıramazdı. Neticede insanın ve insanlığın da bir kapasitesi var.
Bütün Bunlar kutsal kitap denilen içeriklerin alegorik ve metaforik olmasını zorunlu kılar. Çünkü dinin amacı insanları fennen ve bilimsel açıdan zirveye taşımak değildir ve insanın birey olarak (herkesin şahsi olarak) nihai amacı fennen, ilmen, mesleken artık işi ne ise tekamül ederken (gelişim sağlarken) buna bir anlam yüklemesidir. Ve anlam yüklemek psikolojik açıdan bir insanda zorunludur.
Burası çok önemli!!! Bugün eğer var olan bir bilimsel bilgi var ise bir de var olmayan gelecekteki bilimsel bilgiye duyulan inanç ve bu var olmayana karşı yüklenmiş bir anlam vardır ve bu sonuca ulaştığında bize yalnızca teknik ve medeni ilerleme katacaktır. Sonuçta insanüstüne inanmayan, bilime inanır ama bilim “nasıl” sorusunu cevaplayıp “neden” sorusunu cevaplamadığı için bilime duyulan inanç da faydalıdır ama varoluşsal açıdan anlamsızdır.
Nihayetinde din ile bilim söylemini kıyaslamak saçma. Din ile bilimi, bilim ile felsefeyi; felsefe ile dini; sonra üçünü en son hepsini falan kıyaslamak, birini tercih etmek de dar görüşlülük. Burada birey kendisine hayatının amacını sormalı ve insanüstü bir anlam yüklemek gayesinde ise iman etmeli. Yok insani anlamlar yüklemek isterse iman etmemeli. Herkese saygı var.
Son olarak din seçme/ doğuştan gelen zorunluluk/ içine düşülen coğrafya meselesi var. Bu da önemli: evvela elbette nasıl yetiştirilmiş isek bilinçaltımız buna dayanır. Ama bu kişisel bilinçdışıdır. Ve insan aklı baliğ olduğunda bunu değiştirebilecek özgürlük ve kudrettedir. Bu insanın bireysel hakkıdır ama yalnızca bireysel. Bu toplumsala, coğrafyaya, millete ve tarihe vurulamaz. Örneğin Avrupa hristiyandır nokta. Orada yaşayan insanlar istediğine inanmakta özgürdür. Ama Avrupa hristiyandır. Çünkü bir de kolektif bilinçdışı vardır. Başka entrynin konusu.
Burada en önemli ölçüt doğduğunuz coğrafya ve aile size bir din empoze etmiş olabilir ama bireyin ilk görevi bunu kabul edip reddetmeden önce bid'attan ayıklamasıdır. Ne demeye çalışıyorum: eğer örneğin müslüman ama ataerkil bir coğrafyada yetişmişseniz ve kadına şiddetin olduğu bir ortamdaysanız, özellikle bu o din ile özdeşleştirilmişse bunu bir ayıklamak görevindesiniz; akabinde ister reddedin ister kabullenin. Günümüzde bu yobaz ve sığ dinlere karşı yobaz ve sığ inkarlar çok sıklaştı. Yobaz dindarlığa karşı yobaz dinsizlik. İkisinin pek de bir farkı yok. Komik olan herkesin kendini cehaletle savaşıyor sanması.
Konuyu çok boyutlu incelemek istedim, amacım basit görünen şeyleri bir nebze olsun açıklayabilmekti, umarım faydası dokunmuştur.
Yine güzel bir başlık. Belirtmek gerek ki özgün olan, kendine has olan, kökleriyle daim olabilen her zaman üstündür. Bu sebeple bir kültüre, alt kültüre ya da coğrafyaya “bu diğerlerinden üstündür.” kabilinden bir kıyas etmek tutarlı değildir.
Batı medeniyetini var eden en temelde 3 ayrı dinamik vardır ve bu üçünün imtizacı bugünkü batı uygarlığının bizatihi kendisidir. Necip Fazıl, ideolocya örgüsünde bu 3 dinamiği şöyle açıklar: Yunan aklı, roma devlet nizamı ve hristiyan ahlakı.
Batılı insan evvela aklını antik Yunan'dan alır; batı entelektüeli platon dediğin zaman oturuşunu düzeltir. Önce antik Yunan'ı okur, onun gibi düşünmeyi öğrenir. Bu şekilde ancak doğru düşüncenin, diyalektiğin ve felsefenin kendisini kavrayıp hayata atılır.
Daha sonra devlet nizamı ve sosyal düzen gelir. Roma imparatorluğunun kadim gelenekleri, siyasal düzeni, toplumsal yapısı, insanı, bireyi ne olarak gördüğü ve kitleye ne anlam yüklediğini bilir. Bilir ki istikrar ve devamlılık sağlansın.
Son olarak ise; Batı insanı hristiyanlık ile tanışır. Her ne kadar ilk başta bu maya Batı medeniyetinde tutmamış olsa dahi, değiştirile değiştirile, yeni anlamlar yüklene yüklene eksik olan son parçayı tamamlar: yani ahlak son şeklini alır.
Her ne kadar temelde bu üç anlayış yatsa da bunları kayyim edebilmek için zenginlik gerekir ve Batı insanı Yunan'dan aldığı ilhamla sanayi devrimlerini bir bir inşa ederken eline geçen her zenginliği başka medeniyetleri sömürerek arttırır ve tekrar yeni inşalara girişir. Bu şekilde 19,20 ve 21. yüzyıllar batıyı dünyada güç bakımından zirveye taşımıştır.
Biz Doğunun insanı olaraktan, medeniyetimizin nasıl bu kadar köhneleştiğini merak ediyorsak bunun cevabının da yozlaşmak, taklit etmek ve köklerini kaybetmek olduğunu anlamak zorundayız. Doğu insanı eğer kendini ve medeniyetini tekrardan şaha kaldırmak istiyorsa bunu başka medeniyetleri taklit ederek, onlardan gördüğünü kopyala-yapıştır usulüyle uygulayarak netice elde edemeyeceğini bilmek zorundadır.
Biz doğuyuz, bunu reddederek içimizdeki aşağılık kompleksini okşamanın bir anlamı yok. Doğu da biziz. Ve bizim aklımız da, nizamımız da, ahlakımız da bizatihi bu toprakların köklerinde. Arayıp bulmak, üstü tozlanmış değerleri yeniden ayağa kaldırmak bizi tekrar var etmenin yegane yolu. Ne olursa olsun başka seçenek yok.
Batı bugün kendini ispat edip bir noktaya taşımış. Hep birlikte bunu kabul etmeliyiz. Ama iş batılılaşmaya gelince şöyle bir durup düşünmeliyiz: siz hiç Batı'nın Osmanlı'dan, acem'den veyahut da Arap'tan kültürel bir şeyler aldığını gördünüz mü? Göremezsiniz, görseydiniz de bugünkü Batı'yı göremezdiniz.
Velhasıl, büyük bir Doğu medeniyeti istiyorsak var gücümüzle çalışacağımız tek bir inşa vardır: dilinden, dinine; kültüründen örf adet ve geleneklerine; müziğinden resmine; diyalektiğinden ilmine; giydiği kıyafetinden oturduğu evin şekline kadar her alanda ve her şubede yeni bir Doğu rönesansına öncülük etmek. Bunu ortaya koyacak kudret ve kuvvet bizim üstüne basıp çiğnediğimiz ve Batı replikası kurmaya çalıştığımız toprakta ziyadesiyle var çünkü.
Batı medeniyetini var eden en temelde 3 ayrı dinamik vardır ve bu üçünün imtizacı bugünkü batı uygarlığının bizatihi kendisidir. Necip Fazıl, ideolocya örgüsünde bu 3 dinamiği şöyle açıklar: Yunan aklı, roma devlet nizamı ve hristiyan ahlakı.
Batılı insan evvela aklını antik Yunan'dan alır; batı entelektüeli platon dediğin zaman oturuşunu düzeltir. Önce antik Yunan'ı okur, onun gibi düşünmeyi öğrenir. Bu şekilde ancak doğru düşüncenin, diyalektiğin ve felsefenin kendisini kavrayıp hayata atılır.
Daha sonra devlet nizamı ve sosyal düzen gelir. Roma imparatorluğunun kadim gelenekleri, siyasal düzeni, toplumsal yapısı, insanı, bireyi ne olarak gördüğü ve kitleye ne anlam yüklediğini bilir. Bilir ki istikrar ve devamlılık sağlansın.
Son olarak ise; Batı insanı hristiyanlık ile tanışır. Her ne kadar ilk başta bu maya Batı medeniyetinde tutmamış olsa dahi, değiştirile değiştirile, yeni anlamlar yüklene yüklene eksik olan son parçayı tamamlar: yani ahlak son şeklini alır.
Her ne kadar temelde bu üç anlayış yatsa da bunları kayyim edebilmek için zenginlik gerekir ve Batı insanı Yunan'dan aldığı ilhamla sanayi devrimlerini bir bir inşa ederken eline geçen her zenginliği başka medeniyetleri sömürerek arttırır ve tekrar yeni inşalara girişir. Bu şekilde 19,20 ve 21. yüzyıllar batıyı dünyada güç bakımından zirveye taşımıştır.
Biz Doğunun insanı olaraktan, medeniyetimizin nasıl bu kadar köhneleştiğini merak ediyorsak bunun cevabının da yozlaşmak, taklit etmek ve köklerini kaybetmek olduğunu anlamak zorundayız. Doğu insanı eğer kendini ve medeniyetini tekrardan şaha kaldırmak istiyorsa bunu başka medeniyetleri taklit ederek, onlardan gördüğünü kopyala-yapıştır usulüyle uygulayarak netice elde edemeyeceğini bilmek zorundadır.
Biz doğuyuz, bunu reddederek içimizdeki aşağılık kompleksini okşamanın bir anlamı yok. Doğu da biziz. Ve bizim aklımız da, nizamımız da, ahlakımız da bizatihi bu toprakların köklerinde. Arayıp bulmak, üstü tozlanmış değerleri yeniden ayağa kaldırmak bizi tekrar var etmenin yegane yolu. Ne olursa olsun başka seçenek yok.
Batı bugün kendini ispat edip bir noktaya taşımış. Hep birlikte bunu kabul etmeliyiz. Ama iş batılılaşmaya gelince şöyle bir durup düşünmeliyiz: siz hiç Batı'nın Osmanlı'dan, acem'den veyahut da Arap'tan kültürel bir şeyler aldığını gördünüz mü? Göremezsiniz, görseydiniz de bugünkü Batı'yı göremezdiniz.
Velhasıl, büyük bir Doğu medeniyeti istiyorsak var gücümüzle çalışacağımız tek bir inşa vardır: dilinden, dinine; kültüründen örf adet ve geleneklerine; müziğinden resmine; diyalektiğinden ilmine; giydiği kıyafetinden oturduğu evin şekline kadar her alanda ve her şubede yeni bir Doğu rönesansına öncülük etmek. Bunu ortaya koyacak kudret ve kuvvet bizim üstüne basıp çiğnediğimiz ve Batı replikası kurmaya çalıştığımız toprakta ziyadesiyle var çünkü.
bir kış günü okula gitmek için sabah erkenden kalktığınızda annenizin kar tatili müjdesi vermesi ve sıcacık yatağınıza geri dönmek.
beşikten mezara
Kendi özüne inmeyi unutup yüzeyde yaşayıp ölmesi.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?
sonuçta din ve bilim muvazeneleri bayağı karmaşık bahsettiğiniz üzere. Hatta değindiğiniz konuları kıyaslamak birçok cihette konuşmayı gerektirdiği için konuşmamayı tercih ediyorum. Yahut bu konular altında her biri diğerine pek fazla atıfta bulunmayacak şekilde salt görüş bildirmek daha doğru geliyor. bağlantı kurmak sorumluluk hissettiriyor nedense. sözüm kendime, Bilgisizliğin bu kadarı çekilir gibi değil anlayacağınız:)
hasılı bu başlıkta entryinizi okumak, anlamaya çalışmak çok keyifliydi. kaleminize sağlık sayın moderatör inthebleakmidwinter.