confessions

inthebleakmidwinter

1. nesil Admin - Admin

  1. toplam entry 192
  2. takipçi 41
  3. puan 18089

fizyoloji

inthebleakmidwinter
Fizyolojide olay ne ezber yapmak ne de hikayeleştirmek. Önemli olan, mantığını kendin anlayacağın şekilde ifade edebilmekten geçiyor. Bunu yazarak da yapabilirsiniz, özetleyerek de, tablolaştırarak da. Ya da sadece seri tekrar atarak. Herkesin kendine göre bir çalışması var neticede.

Fizyoloji komite geçmek için çalışılacak bir ders değil. Anatomi ve histoloji belki öyle geçiştirilebilir ancak fizyoloji özellikle satjlarda ve sonrasında var. Nitekim satjların temelinin patofizyolojiden geçtiğini varsayarsak dönem 2'de fizyoloji, dönem 3'te patoloji yedire yedire çalışılması gereken dersler.

Çalışmak için çalışmayın, ezberlemeyin ya da romantize etmeyin. Mümkün olduğunca çok tekrar atın ve ister kafanızda ister kağıtta anladıklarınızı ifade edin. Ya da kamera karşısında anlatıp videoya alıp ertesi günler de o videoyu izleyebilirsiniz.

Anladığınızı kendinize ifade edecek noktaya geldiğiniz sürece hangisini yaptığınızın bir anlamı yok yani.

Şu da var ki, fizyoloji bir masabaşı dersi de değil. Gündelik rutinde çalıştıklarınızı tekrar etmek ya da içinizden kendinize küçük küçük anlatmak da çok faydalı. Sadece masada çalışayım, kitabı notu kapatınca kafamdan da kapatayım demeyin, derim.

bir öneri bırak

inthebleakmidwinter
Okulu bitirdiğinizde sadece hekim olmuş olmayın, varsın geç bitirin ama fazladan bir şey öğrenin. Bir şeyler çalın, çizin, oynayın ya da yazın. Kendinizi ifade etmeyi bilin. 6 sene 3-5 arkadaşla geçmez, insan tanıyın; konuşun, dinleyin, hitap edin. Ne olursa olsun okuyun, okuyun, okuyun. Ezbere değil, mantığa dayalı okumalar yapın. Biri size günaydın dediğinde, karşılık veremeyecek kadar özgüvensiz ya da önyargılı olmayın. Biri sizinle konuştuğunda cevap veremeyecek acizlikten azad olun. Hayatınız sizin hayatınız ve ortalama yaşamınızın %10'u. Sadece meslek edinebilmek için geçirilemeyecek kadar fazla. Fazlası içinse eksik.

okuldaki sorunlar ve çözüm önerileri

inthebleakmidwinter
Çs'nin 00.00'da kapanması. Ben anlamıyorum bu covid, yazları gidiyor kışları geliyor; gündüz gidip bir yere saklanıyor gece vampir gibi dolanıyor heralde. Diğer kütüphanelerin de erken saatlerde kapandığını göz önüne alırsak, geç saatte çalışmak isteyenler için tek seçeneğimiz çs. Ve bunu yapabilmek için elimizde büyük bir koz var: kapatmamak.

sanatı ne doğurur

inthebleakmidwinter
Çirkini görmezden gelebilme çabası olarak sanat, en çok anlamlandırabilme becerisidir. Yüklenen bu anlamın öznelliğinden bağımsız olarak doğada numen halinde mevcut bulunan her olguyu bir fenomen olarak ele alabilmek sanatı doğurur.

inthebleakmidwinter

inthebleakmidwinter
In the bleak midwinter, İngiliz şair Christina Rosetti tarafından 1872 yılında yazılmış 5 pasajlık şiirin adı.

Şiirin 4 pasajı, 1900'lerin başında yine İngiltere'de bestelenerek bir kilise ilahisi haline gelmiştir.



Şiir, Hristiyan içedönük teolojisinin verimli bir yansıması olarak Hz. İsa'nın beytüllahimdeki doğumunu anlatarak başlar. Beytüllahim (Hz. İsa'nın doğduğu yer-Kudüs), kasvetli bir karakışın ortasındaki çorak ve bitik bir yerdir. Tanrı ikoniğinin (Hz İsa) gelmesinden önce yerkürenin demir gibi sert ve suyun taş gibi katı kesildiği betimleniyor. İlk pasajda vurgulanan benim anlayabildiğim kadarıyla Tanrının yokluğunun statik, donuk ve soğuk olarak betimlediği. “In the bleak midwinter” ifadesi bu yorumun özeti bence.

Şiir, Yeryüzüne ilk gelişi ve Mesih olarak döneceği ikinci enkarnasyonu anlatarak devam eder. Daha sonra doğumuna eşlik eden meleklerin metafiziğine karşı Hz. Meryem'in fiziksel şefkati söz konusudur.

Şair Hz. İsa'ya ne kurban edebileceğini sorgular. Bir çoban olsa bir kuzu bağışlayabilir ya da bilgili biri olsa bununla üstüne düşeni yapabilecektir. Ancak ne malı ne de ilmi vardır.

Hiçbir şeyi olmayan biri olarak feda edilebileceği tek şeyin kalbi olduğunu anlatır.

Bazı teologlara göre şiirde anlatılmak istenen: Hz. İsa (tanrı olarak kabul edilir.) ne cennete ne de yeryüzüne sığamayacak, bu ikisinin kaldıramayacağı bir yüceliktedir ve o Mesih olarak hüküm sürmeye geldiğinde yer ve gök kaçacaktır. Benim bu yorumdan anladığım Hristiyan teolojisindeki İsa imgelemi ile mekansızlık arasındaki ilişkiyi kavramak.

“Sevmeyen kişi tanrıyı tanımaz. Çünkü Tanrı sevgidir.”

Yuhanna'da geçen bu ayetle birlikte baktığımızda -ki Teoloji zaten bütünüyle insanın içine dönük bir tanrı imgesi ortaya koyar.- ve tanrıyı sevgi olarak içimizde kabul ettiğimizde sevgiyi kavramak, tanrıyı kavramaktır ve tanrıyı kavramak sevgiyi kavramaktır. Onun varlığı mekandan yücedir ve ona bağışlanabilecek yegane kurban kalptir.

Şiir ve bestesi, İngiltere çıkışlı olduğunu düşündüğümüzde biraz İngiliz milliyetçiliği de içeriyor pratikte. Çıktığı dönemin şartlarında popüler bir ilahi olsa gerek ki, peaky blinders'ta da sıklıkla ikonik olarak geçer. Tom'un kendi iç dünyasında, “sevgi” ve “ölüm” arasında kalınan ikilemlerin işlendiği sahnelerde kullanılıyor.




Sevginin hüküm sürmediği ve kalbin sevmeye kurban edilmediği her yer kasvetli bir karakışın ortasındadır yalnızca. Sevginin var olduğu yerde ise mekanın artık bir önemi yoktur.
2
schrodingerin kedisi schrodingerin kedisi
saygılar üstad
inthebleakmidwinter inthebleakmidwinter
:)

tek tipleşmeye dair eleştiriler

inthebleakmidwinter
Sayın (yazar: ruhsuz) çok kaşındın, ağzımı açıp gözümü yumacağım ;)

Gütfsözlük ahalisinden şimdiden özür diliyorum, bağışlayın. Gece boyu uyumayıp da yine kendimle başbaşa güneşi karşıladığım böyle bir gecenin sabahında biraz içimi dökeyim.

Sevgili ruhsuz iki kere sormuş ancak bu konu bana göre çok geniş bir mesele. Nasıl yaklaşacağımı bilemiyorum. Soruna burada da temelden yaklaşmak gerek. Modern insan düşünmüyor, modern insan düşünceyi bile öyle bir metalaştırdı ki artık o da alınır satılır bir menkul haline geldi.

Modern insan, kendine; yaşadığı çağa ayak uydurmuş “kanaat önderleri” istiyor, bunu arıyor. Onu takip ediyor, onun attığı tweetleri konuşuyor, onun eleştirilerini kullanıyor ve onun beğenilerini seçip kendine uyduruyor. Bu şaşmaz bir gerçek ne yazık ki.

Bakıyorum: yerelde (Türkiye'de) her konunun belli başlı fikri önderleri var. Ve bu insanların sayısız takipçileri. Bu sayfaların sayısız takipçileri. Büyük bir sayfa var mesela, o günün suni bir gündemi var, sayfa alelade bir yorum yapmış, onu şöyle bir süslemiş, birkaç resim uydurmuş o yoruma ve bir de yüzeysel bir slogan çakmış (gerçi bütün sloganlar yüzeyeldir de, demek istediğim mesajı içine hapsedememiş bir slogan) bakıyoruz o gün herkesin storysinde o paylaşım var. Birbirlerine gönderiyorlar, sohbetleri onun üzerinden dönüyor.

Herkesin aynı konuyu konuşması, kitleyi tektip bir hale getirmez ancak herkesin aynı konuda aynı yorumlarla yetinmesi ve üstüne bir de bunu konuşması kitleyi tektipleştirir. İnsanın konuştuğu fikrine, fikri ise yaşantısına sirayet eder. Bu böyledir. Olan da bundan farklı bir durum değil zaten.

Özellikle akademide ve politikada sorun en temelde bu. Orman yanıyor, birisi çıkıp diyor ki “hadi ağaç dikelim.” diğerleri bakıyorsunuz hoop hemen bir story: Tema vakfı. Aynı gün delinin biri atlıyor hemen: “efendim tema vakfının geliri bakanlığa gidiyormuş.” Hoop o storyler siliniyor ve yerine hemen tam karşıtı başka storyler. Bu histeridir. Fazlası şizofreniye girer.

Aynı örnekten gidelim: yine hayalgücü fazla güçlü bir arkadaş diyor ki: “çam ağacı yerine meyve ağacı dikelim.” Hoop binlerce insanın talebi bu oluyor. Bunun teknik kısmını konuşan yok, ekolojik olarak dengeyi nasıl etkiler bunu konuşan yok, bu ağaçlar su ister bu kadar su nereden sağlanacak bunu konuşan yok, toprak uygun mu bunu konuşan yok, ve daha onlarca realist bakış açısıyla bakılması gereken yönlere bakan yok. Gündem değişip de insanların duyguları az biraz düze çıkınca aynı kişiler diyor ki “ya zaten çok mantıklı değildi.” Peki neden o sıra bunu akıl edemiyorsun? Çünkü o sıra aklını kullanan da yok. Tektipleşme tam olarak budur.

Şimdi bir de işin politik yönü var ki, sorun da şu: politik diye kategorilendirilen meselelerin salt çoğunluğu politizm değil, polarizmdir. Bu, benim üstüne bir yazı kaleme alacağım konu ama yine de burada belirtmiş olalım: Modern çağın insanı politik değil polardır. Ve bu ikisi arasında önemli farklar var.

Aynı gündemler, aynı konular, aynı söz sahibi insanlar. Adam hekim olmuş çıkıyor sel bilimcisi gibi konuşuyor, akıl veriyor, neden? Çünkü kendisini onaylayacak bir kitlesi var. Sonra aynı adam çıkıp diyor ki, “tıp hakkında konuşacaksanız önce tıbbı bilin.” İyi diyorsun hemşerim de sen neden uzmanı olmadığın konuda ahkam kesiyorsun? Çünkü cevabı o da biliyor: zaten ne söylese onaylayacaklar. Varsın konuşsun. Yarın işine gelmez, herkes hekim olmuş, bize akıl veriyor diye şikayet eder.

Sorunu artık biraz kendimizde arayalım. Sorun bizim her konuda konuşuyor olmamız ve bazılarının, bazı overrated diyeyim, kişilerin her söylediğini hemen benimsememiz. Bunu biz kendimiz o kişilere prim vermeyerek yapacağız. Ama böyle bir derdimiz yok bizim. Konuşalım da ne konuşuyoruz, o fikir bizim mi, işin bileni, uzmanı ne diyor, bunlar önemsiz. Kulağa hoş gelsin yeter, içimizdeki sevgiyi ya da nefreti tatmin etsin yeter.

Yaşam tarzına gelince... giyim-kuşam, yiyip içtiklerimiz, dinleyip okuduklarımız... yaşam tarzı bu değildir. Yaşam tarzı hayat görüşüdür. Ancak yine aynı sorun: birinin söyledikleri kulağımıza hoş mu geliyor, tamam biz artık oncuyuz. Veyahut da bazı dünya görüşlerinin sembolik hareketlerini hemen al-kopyala-yapıştır: tamaaam sen de artık o kesimdensin. Bu böyle ve ne kadar komik. Gerçekten komik. Yani trajedik bir yönü yok olayın.

Efendim işte “ben düğün yapmayacağım ya, ne o öyle kuru gürültü, hiç görmeyeceğim yüzlerce akraba falan, bana gelmez kanka.”

Tamam kanka. Ne tepki koydun be. Bu ne protesto. Hayran kaldım.

Zamanında bunu aklı başında birisi söyledi ve çok doğru söyledi. Onun yaşam tarzına, onun dünya görüşüne cuk diye oturuyor. Onun ilmine yakışıyor. Onun konumuna da yakışıyor. Bu düşünce onun ağzında anlamlı ancak onun ağzından duyup papağan gibi tekrarlayan yüzbinlerin dilinde salt bir yozlaşma. Bunun gibi sayısız post-modern aykırı görüş. Sırf yapmak için, sırf kulağa hoş geldiği için. Hep söylerim fikri taklit olandan kaçmak lazım diye. Çünkü bu insanlar yaşam tarzları, konumları veyahut ilmi ne olursa olsun her zaman yozdur, her zaman cahildir, her zaman taklitçidir. Şimdi tam bu noktada öyle ya da böyle nedenlerle bana katılmayanlar olacak, onlar için başka bir örnek daha vermek istiyorum:

“Elalem ne der?”

Şimdi bu düşüncenin doğru bir düşünce olmadığına buradaki herkes, bunu okuyan herkes hemfikirdir. Ama ben size şunu söyleyeyim: bunu da vakti zamanında değerli birtakım fikir adamlarımız dile getirip protesto etti. Onların ağzında ne kadar da doğru bir kavram. Aynı mekanizma geçerli, onu ağzında şakıyanların çoğu papağan.

Neden?

Çünkü, bunu şakıyanların “elalem” sözcüğünden anladıkları, o değerli fikir adamlarının o sırada, bu fikri dile getirirken kastettikleri anlamdan ibaret. Taklitçiler fikri özümsemez, sloganı özümser. Onların “elalem” derken anladıkları tek bir şey vardır: hısım akraba, birtakım arkadaşlar (kendileri gibi düşünmeyen arkadaşları) vs. Onlar “aman elalemin ne dediği umrumda olmaz.” Derken anladıkları tek şey bu. Ben istediğimi yiyeyim, istediğimi yapayım, kim ne derse desin. Eleştirsin, umrumda olmaz. Şimdi:

1. E iyi de, sen bir gün gerçekten yanlış bir şey yaparsan ve bunun doğru olduğuna inanırsan (olabilir, çünkü insanız, beşer şaşar.) peki o zaman gerçekten işin doğrusunu söyleyenler ne olacak? Sen bu hakkaniyetli hayat görüşünü fikirlerin oturmadan böyle taklit edersen hangi eleştiriyi göğüsleyeceksin, göğüsleyebileceksin?

Hadi bunu aşarız düşe kalka. Bunu geçelim. Peki

2. Entelektüeller bu düşünceyi dile getirdiler ve şunu kastettiler: “düşünceniz ne olursa olsun eğer kendinize ait bir düşünceniz varsa, buna inanmışsanız kim ne derse desin, utanmayın, doğru bildiklerinizi, inandıklarınızı haykırın, kendinizi aşağılık kompleksine feda etmeyin.”

O düstur budur. Ama bunu kim yapıyor? Bazı arkadaşlarım var mesela: sırf kendi çevresinden linç yeme korkusuyla siyasi düşüncelerini dile getiremiyor. Çünkü jenerasyonların belli kalıpları vardır. Bu kalıplar her jenerasyonda değişir ama fix birtakım kalıplara sahiplerdir. Bu jenerasyonda bazı siyasi düşünceler mimlenmiştir mesela. Birisi o düşünceyi mi savunuyor, hoop linç et. (Bunu da örnek olarak veriyorum, konuştuğum her şey örnek.) ama linç ederek de bu simülasyonda “elalem” sen oldun. Madem öyle, neden başkalarının elalemi oluyorsun? Ama olur, çünkü düşünceyi özümseyemez, sadece şakır. O da sloganı yani, fazlasını değil. O kadar geniş bir ezberi de yoktur o konuda.

Sözlük kuralları gereği siyasi konularda konuşamam, ancak fikir beyan etmeden yalnızca değinip geçeceğim: Taliban Afganistan'da 20 yıldır var ve ABD ile de 20 yıldır savaşıyor. 20 koca sene ya. 20x365x24 saat! Ama bir anda ne olduysa herkes hoop siyaset bilimci oluyor: tek kelimeyle “hayırdır?” Demek istiyorum. Hayırdır yani? Sen Taliban hakkında üç-beş popüler ve yüzeysel yorum ve iki-üç resim dışında ne biliyorsun? Bu konuda konuşan kaç kişi oturup en azından vikipediden (o da yetmez bu arada da) talibanın kuruluşunu, tarihini okudu? Ya da kalkıp “ya bu Taliban neyi savunuyor?” diye sorguladı? Etiketle geç. “Onlar şuncu, falancı, filancı, buncu.” Veyahut hadi biliyorsun (bilmez de, biz biliyor kabul edelim) neden şimdi şakımaya başladın? Neden 20 yıldır konuşmuyorsun? Bu olaylar orada 20 senedir dönüyor, bugüne kadar neden kimse “Afganistan, Taliban, Taliban-abd savaşı veyahut da Taliban'ın distopik zulümleri” üzerine konuşmadı? Çünkü kendi fikri yok, birileri bir gündem koyarsa o zaman konuşur, o zaman politik olur veyahut apolitik takılır vs de vs yani.

Politik bir yorum belirtmeyeceğim bu konuda yalnızca örnek olsun diye verdim.

Bu konuda daha çok konuşulur ama şu bilinsin: yaşam tarzından ideolojiye, siyasi görüşten (ideoloji ve siyasi görüş birbirinden farklıdır.) estetik zevklere, gelecek planlarından aşk hakkındaki düşüncelere kadar her şubede bu var. Kendi fikirlerini konuşan yok. Sonra “tek tipleştik.” Veyahut da “abi bunlar koyun”, “ya şu çok marjinal” “ben herkes gibi değilim.”

Tamam kanka. Herkes koyun ama sen değilsin.

Sözlerime burada son vereceğim, bu konu hakkında ayrıca çok geniş kapsamlı yazacağım zaten o yüzden kafa şişirmeye gerek yok. Umarım fikirlerimi anlatabilmişimdir. Yine de ana fikri sona yazayım da daha açık olsun:

Herkesin birilerini sürü diye, koyun diye yaftaladığı bir toplumda herkes sürüdür, herkes koyundur. Herkesin marjinal olmaya çalıştığı bir toplumda kimse marjinal değildir. Herkesin aykırı takılıp konuştuğu bir toplumda kimse aykırı değildir. Herkesin “elalemi” eleştirdiği bir toplumda herkes elalemdir. Herkesin tek tipleşmeyi eleştirdiği bir toplumda herkes tek bir tiptir.

Ve son olarak:

“Gündemde (özellikle suni gündemlerde) boğulanlar, hiçbir zaman gündem olamazlar.

Herkese günaydın 😃☀️

1
ruhsuz ruhsuz
Günaydın,teşekkürler;)

her erkek baba olmak ister mi

inthebleakmidwinter
Sevgili armut dediklerinde kısmen haklı. Kısmen doğru görmememin sebebi, jenerasyon değiştikçe erkeklerin ataerkil zihniyetten hızla uzaklaşarak baba olmaya daha bir istekli ve ilgili olmasıdır. Erkekler de artık tıpkı kadınlar gibi hızla bilinçlenmekte, aile içinde sorumluluk üstlenmekte ve o klasik baba figürünü yıkmak için çabalamakta. Bu sebeplerle önümüzdeki yıllarda bu durumun çok daha iyiye gideceğine olan inancım tam.
1
schrodingerin kedisi schrodingerin kedisi
ataerkil zihniyette 20 yaşında baba olunuyordu sn.inthebleakmidwinter niye ataerkil zihniyetten uzaklaşarak baba olmaya daha istekli be ilgili olması gibi bir yorum yaptınız ki

birtipcininalintidefteri

inthebleakmidwinter
Kendisine defaatle blog açmasını tavsiye ettiğim ama incelemelerini instagram sayfasında paylaşan arkadaşın nicki. Bu haliyle de güzel elbet ama ben diğer türlü seviyeyi ve kaliteyi daha çok arttıracağına inanıyorum. Takip ediyoruz her türlü tabi, eline sağlık.

dini söylemlerin çoğunda farklı alt anlamların bulunması

inthebleakmidwinter
Özellikle 20. yy ve sonrasında dünyaya gelmiş insanların ister okumuş ister okumamış olsunlar çok ama çok büyük bir kısmının göz ardı ettiği bir nokta var ki o da bilginin değeri yani epistemolojisi.

Son 1 asırdır yaşayan insanlar, ne yazık ki bilgiyi pozitivist yaklaşımdan ibaret sanar. Dini bilgi diye bir şeyse yoktur. Bilginin kaynağı ise 3 çeşittir; dördüncüsü yoktur. Sahip olduğumuz tüm bilgi birikimi, uygarlık, tarih ve kültür bu 3 dayanak ile kaimdir:

1. Akıl
2. Sezgi/ nakil/ vahiy/ ilham (nasıl isimlendirilmişse)
3. Duyular/ deneyler/ tecrübe

Bu kaynaklara nasıl yaklaşıldığı, hangilerine ne gibi şüpheler duyulduğu, dışlanıp kabul gördüğü vb. Onaylanıp onaylanmadığına dair izlenecek metotlar ise çeşitli felsefi görüşlerin alanıdır. (Sezgicilik, akılcılık, ampirizm, pragmatizm, dualizm, nihilizm, sensualizm, pozitivizm, egzistansiyalizm vb uzar da uzar.)

Evvela şunu kabul etmek gerekir ki, “ispat” denilen olgunun ölçütleri de belli dinamiklere göre işler ve eğer siz ispat sözcüğünden yalnızca laboratuvar çıkışlı bir belge ve makale anlıyorsanız meseleye çok kısır bakıyorsunuz demektir. Ha “ben hobi olarak yine de böyle bakacağım, ille de böyle ispat ararım.” Diyorsanız o zaman şunu söylerim ki, tarih boyunca hiçbir filozof ya da bilim adamı ispatı ispatlayamadı. Yani bugün hala kesin bir yorum gelmiş değil.

Modern bilim dediğimiz pozitivist/ pragmatist bilgi kümesi duyuları ve aklı kabul edip sezgiciliği dışlayan bir kümülatiftir. Ancak duyu yani deney denilen bilgi kaynağına da, akla da sınırlar çizmiştir; bunların da yalnızca bir kısmını, belli şartlar altında kabul etmiştir. “Bilim, tek bilgidir, tek bilgi otoritesidir.” Demekse Einstein'ın e=mc2'si başta olmak üzere özel ve genel göreliliği aslında yoktur demektir. Zira o, tüm bu modern fiziği yalnızca düşünce deneyleriyle bulmuştu. Bu sebeple şüpheyle yaklaşılacak ilk olgu bilimsel bilginin değeridir.

Bilgiye ve kaynağına her kim sınır çizmeye kalkmışsa, her kim yalnızca pragmatik sonuçları kabul etmişse (uçak uçuyor demek ki bilim hak; telefon çalışıyor demek ki bilim hak, elektrik bilim olmasa olmazdı, demek ki tek gerçek bilim) şüpheyle yaklaşılması gereken ilk odur.

Din denilen bilgi ve inançlar kümesi ise biraz karmaşık bir mesele. Tek tanrılı dinlerin vahiy ve nakil kaynaklı olması (iki önceki paragrafa parantez içinde koyduğumuz arkadaşlar vahiyi kabul etmedikleri için yalnızca nakil derler, önemli değil sonuç aynı) bilgi sözcüğüne yüklediğimiz anlamı bütünüyle değiştirir. Zira tüm bilgi kaynakları sınır çizilmeksizin kullanıma açıktır ve kullanılır. Ancak dinler (her üçü de) şöyle bir ön ikazla var ederler kendilerini: tek hakiki kaynak vahiydir ve akıl ve duyu yalnızca buna yardımcı olmak, açıklamak ve yüceltmek için vardır. Bunu kabul etmek içinse geçilecek tek köprü inanç köprüsüdür. İnandığımız taktirde dindar oluruz. İnanmaz isek dönemin şartlarına göre kafir, dinsiz, zındık, ateist artık neyse. Kelimeler çok önemli değil.

Doğası gereği merkeze vahiy konulan bir bilgi -ki bu bilgi asırlar boyunca hiçbir şekilde değiştirilemez; ancak yorumlanarak var olabilir. Yeni ahit ve Kuran'da evrenin 6 günde yaratıldığının söylenmesi 20. Yüzyılda bigbang teorisi geliştirdiğinde uzay-zamanın şimdiye kadar 6 farklı evrede geçtiğinin belirlenmesiyle yeni bir yoruma kavuşur. Kuran'da 7 kat gök ifadesi atmosferin 7 tabakasına işaret edebileceği gibi güneş sisteminin de 7 evresine işaret edebilir. Bilimsel bilginin açtığı yol; vahiyle desteklenmişse bize yalnızca pragmatik/ pratik ve teknik bilgi değil, aynı zamanda hayatımıza bir anlam bilgisi de yükler.

Kutsal kitaplarda belirli nesnelerin ve sayıların ilginç bir şekilde kullanımı zaten ilk okuyuşta bile bunların metaforik/ alegorik/ icazlı yapısına bizleri yönlendirebilir. Burada akıldan hiçbir zaman çıkarılmaması gereken nokta delilin müddeadan hafi olamayacağıdır. Bu bütün vahiy için geçerli evrensel bir dil kuralıdır. Basit bir örnek: “güneş döner” ayette geçen bu ifadenin nihai amacı bu bilginin veya bu oluşun yaratıcının kudretini yansıtmasıdır. Eğer ayette “güneş falanca şekilde döner, şu evreleri izler, galaksinin etrafında şu noktalar çevresinde falanca amaçla döner; bakın rabbinizin kudretine!” Denilse İdi:

1. Evvela yaratıcının kudreti güneşin dönmesi bilgisinin yanında gölgede kalacaktı ve insanlar yaratıcıdan ziyade güneşe bir ilgi-alaka duyacaktı.

2. İnsanın aklını kullanma ve merak etme kabiliyetleri ellerinden alınmış olacak ve önlerine hazırdan kullanıma açık pragmatik bilgi sunulacaktı. (Ayette falanca şekilde şunu yaparsanız elektrik ortaya çıkar bunu şu şu amaçla kullanabilirsiniz dense, insan ve medeniyet gelişimi/ tekamülü diye bir şey olmaz; bir kutsal kitap iner inmez insan medeniyeti nihai mertebesine ulaşırdı.)

3. Kutsal kitaplar cilt cilt olacak ve olağanüstü açık bilgiden dolayı karmaşa yaşanacaktı çünkü o dönemin insanları ve uygarlığı bir anda bu kadar zihinsel gelişimi kaldıramazdı. Neticede insanın ve insanlığın da bir kapasitesi var.

Bütün Bunlar kutsal kitap denilen içeriklerin alegorik ve metaforik olmasını zorunlu kılar. Çünkü dinin amacı insanları fennen ve bilimsel açıdan zirveye taşımak değildir ve insanın birey olarak (herkesin şahsi olarak) nihai amacı fennen, ilmen, mesleken artık işi ne ise tekamül ederken (gelişim sağlarken) buna bir anlam yüklemesidir. Ve anlam yüklemek psikolojik açıdan bir insanda zorunludur.

Burası çok önemli!!! Bugün eğer var olan bir bilimsel bilgi var ise bir de var olmayan gelecekteki bilimsel bilgiye duyulan inanç ve bu var olmayana karşı yüklenmiş bir anlam vardır ve bu sonuca ulaştığında bize yalnızca teknik ve medeni ilerleme katacaktır. Sonuçta insanüstüne inanmayan, bilime inanır ama bilim “nasıl” sorusunu cevaplayıp “neden” sorusunu cevaplamadığı için bilime duyulan inanç da faydalıdır ama varoluşsal açıdan anlamsızdır.

Nihayetinde din ile bilim söylemini kıyaslamak saçma. Din ile bilimi, bilim ile felsefeyi; felsefe ile dini; sonra üçünü en son hepsini falan kıyaslamak, birini tercih etmek de dar görüşlülük. Burada birey kendisine hayatının amacını sormalı ve insanüstü bir anlam yüklemek gayesinde ise iman etmeli. Yok insani anlamlar yüklemek isterse iman etmemeli. Herkese saygı var.

Son olarak din seçme/ doğuştan gelen zorunluluk/ içine düşülen coğrafya meselesi var. Bu da önemli: evvela elbette nasıl yetiştirilmiş isek bilinçaltımız buna dayanır. Ama bu kişisel bilinçdışıdır. Ve insan aklı baliğ olduğunda bunu değiştirebilecek özgürlük ve kudrettedir. Bu insanın bireysel hakkıdır ama yalnızca bireysel. Bu toplumsala, coğrafyaya, millete ve tarihe vurulamaz. Örneğin Avrupa hristiyandır nokta. Orada yaşayan insanlar istediğine inanmakta özgürdür. Ama Avrupa hristiyandır. Çünkü bir de kolektif bilinçdışı vardır. Başka entrynin konusu.

Burada en önemli ölçüt doğduğunuz coğrafya ve aile size bir din empoze etmiş olabilir ama bireyin ilk görevi bunu kabul edip reddetmeden önce bid'attan ayıklamasıdır. Ne demeye çalışıyorum: eğer örneğin müslüman ama ataerkil bir coğrafyada yetişmişseniz ve kadına şiddetin olduğu bir ortamdaysanız, özellikle bu o din ile özdeşleştirilmişse bunu bir ayıklamak görevindesiniz; akabinde ister reddedin ister kabullenin. Günümüzde bu yobaz ve sığ dinlere karşı yobaz ve sığ inkarlar çok sıklaştı. Yobaz dindarlığa karşı yobaz dinsizlik. İkisinin pek de bir farkı yok. Komik olan herkesin kendini cehaletle savaşıyor sanması.

Konuyu çok boyutlu incelemek istedim, amacım basit görünen şeyleri bir nebze olsun açıklayabilmekti, umarım faydası dokunmuştur.

4
fistikgibiri fistikgibiri
" bilim “nasıl” sorusunu cevaplayıp “neden” sorusunu cevaplamadığı için(...)" konusunda zannediyorum görece neden sorusunu cevaplamadığı kastedildi çünkü ilgili bilimsel alanda, kendi bağlamında somut nedenler bulduğunu düşünüyorum. aksi takdirde bilim için niyetsiz, başıboş bir uğraş gibi bir algı oluşabilir. devamında "(...) için bilime duyulan inanç da faydalıdır ama varoluşsal açıdan anlamsızdır." tesbitinin --varoluşsal olarak anlamsız-- olmasını anlayamadım. anlamsızdır demektense anlamlıdır demek daha makul geliyor bana.

sonuçta din ve bilim muvazeneleri bayağı karmaşık bahsettiğiniz üzere. Hatta değindiğiniz konuları kıyaslamak birçok cihette konuşmayı gerektirdiği için konuşmamayı tercih ediyorum. Yahut bu konular altında her biri diğerine pek fazla atıfta bulunmayacak şekilde salt görüş bildirmek daha doğru geliyor. bağlantı kurmak sorumluluk hissettiriyor nedense. sözüm kendime, Bilgisizliğin bu kadarı çekilir gibi değil anlayacağınız:)
hasılı bu başlıkta entryinizi okumak, anlamaya çalışmak çok keyifliydi. kaleminize sağlık sayın moderatör inthebleakmidwinter.
fistikgibiri fistikgibiri
bu kadar detaylı yazının üzerine elim ister istemez yoruma gitti, vaktin geç olmasından ötürü yukardaki yorumda şahsıma ait algı kusurları varsa helal edin şimdiden. ]sigara emojisii[
inthebleakmidwinter inthebleakmidwinter
Estağfirullah yalnızca söylediğiniz iki noktaya değineyim. “Neden” sorusundan kastım örneğin “insan nasıl yaşar” derken bilim bunu çok güzel cevaplar. “İnsan neden Yaşar” dediğimizde ise bilim burada cevapsızdır. Özetle sizin dediğiniz gibi neden sorusundan kastım sebep-sonuç ilişkisi değil Hikmeti. Bununla birlikte bilim için varoluşsal açıdan anlamsızdır demiyorum; bilime duyulan inanç için varoluşsal açıdan anlamsızdır diyorum. Yoksa haşa bilim başıboş bir uğraş değil. Teşekkür ederim
fistikgibiri fistikgibiri
ben teşekkür ederim, iyi günler

bir insanı değiştirmeye çalışmak

inthebleakmidwinter
İnsanları değiştiremeyiz cinsinden çok köklü bir kanı olsa da insanlar daima değişir, tıpkı her şey gibi. “Bir insanı değiştirebilirim.” demekten çok daha zor olansa “beni değiştiren insanlar var.” Demek olmalı. Evet, ben bunu söyleyebilirim. Bir insanı değiştirmek için neler gerekli veya değiştirme kudretine sahip miyim, bilemem. Ama hayatımda belli insanlar beni kayda değer miktarda değiştirdi. Özetle bir insanı değiştirmeye çabalamak bazen sonuç verir. Bizler yalnızca istediğimiz yönde değiştirebilir miyiz, işte bunu bilemeyiz.

batının doğuya üstün olma sebepleri

inthebleakmidwinter
Yine güzel bir başlık. Belirtmek gerek ki özgün olan, kendine has olan, kökleriyle daim olabilen her zaman üstündür. Bu sebeple bir kültüre, alt kültüre ya da coğrafyaya “bu diğerlerinden üstündür.” kabilinden bir kıyas etmek tutarlı değildir.

Batı medeniyetini var eden en temelde 3 ayrı dinamik vardır ve bu üçünün imtizacı bugünkü batı uygarlığının bizatihi kendisidir. Necip Fazıl, ideolocya örgüsünde bu 3 dinamiği şöyle açıklar: Yunan aklı, roma devlet nizamı ve hristiyan ahlakı.

Batılı insan evvela aklını antik Yunan'dan alır; batı entelektüeli platon dediğin zaman oturuşunu düzeltir. Önce antik Yunan'ı okur, onun gibi düşünmeyi öğrenir. Bu şekilde ancak doğru düşüncenin, diyalektiğin ve felsefenin kendisini kavrayıp hayata atılır.

Daha sonra devlet nizamı ve sosyal düzen gelir. Roma imparatorluğunun kadim gelenekleri, siyasal düzeni, toplumsal yapısı, insanı, bireyi ne olarak gördüğü ve kitleye ne anlam yüklediğini bilir. Bilir ki istikrar ve devamlılık sağlansın.

Son olarak ise; Batı insanı hristiyanlık ile tanışır. Her ne kadar ilk başta bu maya Batı medeniyetinde tutmamış olsa dahi, değiştirile değiştirile, yeni anlamlar yüklene yüklene eksik olan son parçayı tamamlar: yani ahlak son şeklini alır.

Her ne kadar temelde bu üç anlayış yatsa da bunları kayyim edebilmek için zenginlik gerekir ve Batı insanı Yunan'dan aldığı ilhamla sanayi devrimlerini bir bir inşa ederken eline geçen her zenginliği başka medeniyetleri sömürerek arttırır ve tekrar yeni inşalara girişir. Bu şekilde 19,20 ve 21. yüzyıllar batıyı dünyada güç bakımından zirveye taşımıştır.

Biz Doğunun insanı olaraktan, medeniyetimizin nasıl bu kadar köhneleştiğini merak ediyorsak bunun cevabının da yozlaşmak, taklit etmek ve köklerini kaybetmek olduğunu anlamak zorundayız. Doğu insanı eğer kendini ve medeniyetini tekrardan şaha kaldırmak istiyorsa bunu başka medeniyetleri taklit ederek, onlardan gördüğünü kopyala-yapıştır usulüyle uygulayarak netice elde edemeyeceğini bilmek zorundadır.

Biz doğuyuz, bunu reddederek içimizdeki aşağılık kompleksini okşamanın bir anlamı yok. Doğu da biziz. Ve bizim aklımız da, nizamımız da, ahlakımız da bizatihi bu toprakların köklerinde. Arayıp bulmak, üstü tozlanmış değerleri yeniden ayağa kaldırmak bizi tekrar var etmenin yegane yolu. Ne olursa olsun başka seçenek yok.

Batı bugün kendini ispat edip bir noktaya taşımış. Hep birlikte bunu kabul etmeliyiz. Ama iş batılılaşmaya gelince şöyle bir durup düşünmeliyiz: siz hiç Batı'nın Osmanlı'dan, acem'den veyahut da Arap'tan kültürel bir şeyler aldığını gördünüz mü? Göremezsiniz, görseydiniz de bugünkü Batı'yı göremezdiniz.

Velhasıl, büyük bir Doğu medeniyeti istiyorsak var gücümüzle çalışacağımız tek bir inşa vardır: dilinden, dinine; kültüründen örf adet ve geleneklerine; müziğinden resmine; diyalektiğinden ilmine; giydiği kıyafetinden oturduğu evin şekline kadar her alanda ve her şubede yeni bir Doğu rönesansına öncülük etmek. Bunu ortaya koyacak kudret ve kuvvet bizim üstüne basıp çiğnediğimiz ve Batı replikası kurmaya çalıştığımız toprakta ziyadesiyle var çünkü.

hayat spot

inthebleakmidwinter
Her firak bir parça keder, bir parça vuslat. Başka bir yere. Başka bir şeye.
Muhyiddin-i Arabi der ki: “var mısın ki, yok olmaktan korkarsın?”
Dön de bir bak bastığın zemine.. sen hiç, bir yere ait oldun mu da ayrılmaktan korkarsın?
2 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol