3 buçuk saat boyunca "kalıcam ben kalıcaaam" diye ağlayıp annemden "kızım yeter artık, kalıcam diye sızlanıp duracağına oturup çalışsana." cümlesini duyduğuma göre artık oturup çalışabilirim. Allah'ım bana zihin açıklığı ver. Amin.
balkona çıkmışım. havada o saatlerin serinliğinden var. her yer sessiz, her yer sakin. huzur dolu, hem dışarısı, hem içerisi, hem de en içerisi. ezanı dinliyorum, bir yandan da içimdeki bir şeyleri. bir şeyler güvenli hissettiriyor, dolu dolu bir his bu. o serinlik, o karanlık, değişik bir cazibe var bir şeylerde, tam olarak neyde bilmiyorum. geçen seneki ramazanda böyleydi. düşündüm de bu ramazanda balkona çıkıp dinlemedim sabah ezanını hiç. kaçırmışım bir şeyleri. bu gece dinleyeyim bari, bu sabah daha doğrusu. :)
"önceki gruplarda biri bunu bilemedi, hoca bıraktı o yüzden." asistan abi ders anlatırken 85 kez söyledi bu cümleyi. psikolojim bozuldu biraz. herkesi bıraktılar herhalde, anlamadım ki. :(
"Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu."
"afiyet olsun." cümlesini genellikle yemekle bağdaştırmış ya insanlar, ben bundan şikayetçiyim. birisi bana teşekkür ettiğinde içimden öyle geldiği için "afiyet olsun" dediğimde insanların bunu garipsediğini fark ettim. o zamanlar 12 13 yaşlarımdaydım herhalde, bana mantıklı geliyordu bu cümleyi "teşekkür ederim"e yanıt olarak söylemek. hala mantıklı geliyor ama insanlara "sadece yemekle alakalı değil, güzel bir dilek olarak her zaman söylenebilir." vs. diye açıklama yapacak halim olmadığı için kullanmıyorum artık. neyse, hepimize afiyet olsun.
sevgili mdblue sayesinde başlık karşıma çıkmış oldu bu saatte. ben de sizinle bir dua paylaşacağım. lisede din kültürü hocamız her dersin başında bu duayı ederdi. o zamanlardan kalma bir alışkanlık olarak ben de sürekli bu duayı ederim, en sevdiğim dualardan biridir: "allah'ım girdiğimiz yere hayırla girdir, çıktığımız yerden hayırla çıkar. katından bize doğruluk nasip et. amellerimiz ve niyetlerimiz senin rızana uygun olmazsa onları değiştirebilmek için bize fırsatlar tanı. bize merhamet et, bize acı. sen bizim mevla'mızsın, zalimler topluluğuna karşı bizi muzaffer eyle." amin. :)
6.sınıftaydık. sınıflarımız ders başarısına göre ayarlanmıştı, ingilizce dersleri için de ayrı kurlarımız vardı. eren'le diğer derslerde aynı sınıfta değildik, ingilizce derslerinde sınıf arkadaşıydık yalnızca. en yüksek seviyeli ingilizce sınıfıydı bizimki. eren farklı bir çocuktu ve bence özel biriydi, o zamanlar ben de çocuk olduğum için eren'in farklılığının nedenini tam anlamıyla yorumlayamıyorum, bunun pek de önemi yok zaten. kendi dünyasında yaşıyor gibiydi sanki, diğer şeyler pek de önemli değildi onun için, çocuksu ve masum bir dünyası vardı. eren'in ingilizcesi çok iyiydi, aslında derslerde hiç konuşmazdı, ders haricinde de pek konuşmazdı ama teneffüste yanına gidip bir şey sorduğumda filan nazikçe cevaplardı. ne çizdiğine bakmak için yanına gidiyordum bazen ders aralarında, çünkü karikatür benzeri güzel şeyler çiziyordu, aslında yanlış hatırlamıyorsam çizgi film karakterlerini filan çiziyordu daha çok. ve gerçekten sürekli bir şeyler çiziyordu, hatta muhtemelen derslerde de çiziyordu. asıl ilginç olan şey, çizimlerindeki karakterlerin konuşma balonlarının içini genellikle ingilizce doldurmasıydı. o zamanlar bu bana çok ilginç ve güzel geliyordu. şey gibiydi, ingilizce yazıyor olması türkçe yazıyor olmasından farklı değildi sanki onun için. düşünüp planlayıp yaptığı bir şey de değildi bence bu, o an öyle yazıveriyordu herhalde. sonraki sene okuldan ayrıldı eren, nereye gittiğini de bilmiyorum hiç. başlığı görünce direkt o geldi aklıma. umarım çok iyidir ve hala bir şeyler çizmeye devam ediyordur.
asıl problem nerde başlıyor biliyor musunuz? bu korkuyu hissetmemeye başladığınızda. o umursamazlığın üstünüze çökmesi çok tehlikeli. beyninizin içinde ışıklı bir tabelada şu cümle yazıyor: "aman ya kalırsam da kalırım, nedir yani?" tehlikeli, çok tehlikeli. neyine güveniyorsun acaba güzelim? :')
ya ben de öyle düşünüyorum ama bazen böyle düşünüyor olmam çok tehlikeli bir rahatlığa sebep oluyor. o kapıyı bir kez açarsam kapatamam gibi geliyor :')
Büte kalmaktan korkmak ve Büte kalmak istememek bence farklı şeyler. Mesela ben bu stajdan Büte kalmak istemem çünkü o kadar sevmedim ki bir daha çalışmayı gözüm yemez. Bazı insanlar bu yaşına kadar başarısız olmamış. Hiç düşmemiş. Başarısızlığı kaldıramadığı için belki de bunu bir hata olarak gördüğü için Büte kalmaktan, şartlı geçmekten korkuyor. Bana sorarsanız siz istemeyen kişilerdensiniz sn clarice :)
hm bakış açınızı anladım. evet, sizin söylediğiniz açıdan baktığımızda korku sayılmayabilir benimki, istememek diyebiliriz. bir hata olarak da görmüyorum kesinlikle. bendeki korku kısmı bütle ilgili değil de sonraki süreçlerle ilgili sanırım :)
sevginizi göstermediğinizde, seviyor gibi davranmadığınızda bir anlam ifade etmeyendir. söylemekle olmuyor, göstermek lazım. ona göre davranmak lazım. sürekli yaptığım bir şey değil, pek benlik değil çünkü sanırım, bilemiyorum. yani gerçekten hissederek söylemekten bahsediyorum. ama anlık olarak içimden geldiğinde birilerine söylemişliğim vardır. anlık olarak gelen şey dışa vurma isteği, sevgim değil. babamın dayısına bile söylemiştim bir kere sizi seviyorum diye. neyse, allah'tan o da beni seviyormuş ahahahha.
dışarıdaki kedilerle şu şekilde ilerliyor. --> nazikçe soruyorum önce "seni biraz sevebilir miyim?" diye. izin vermiyorlar tabi genellikle. birkaç kez daha sakince soruyorum, rica ediyorum. "seveyim biraz ya, lütfen." diyorum. yine izin yok. sonra başlıyorum yalvarmaya. "nolur ya nolur azıcık seveyim, ya en azından bir kere dokunayım, bak sadece bir kere, yalvarırım. ya bir şey yapmıcam ki sevicem sadece biraz. lütfen bak, nolursun." en son "sana bir kere dokunmazsam ölecekmişim." boyutuna geliyor mevzu, ama yok, canları sevilmek istemiyorsa asla yanaşmıyorlar. evdeki beyefendiyle ise şu şekilde ilerliyor.--> kendimi üzgün hissettiğim zamanlarda diyorum ki "annecim çok üzgünüm, kendini sevdir bana biraz nolursun. bir şeyler yap da annenin üzüntüsü geçsin." genellikle söylediklerimi duymuyor bile, bazen de "ne saçmalıyor bu deli?" der gibi bakıyor. normal zamanlarda da bazen izin istiyorum, "seveyim mi seni biraz?" diye. yatıyorsa, uyuyorsa ya da keyfi yerindeyse, canı sevilmek istiyorsa sevdiriyor sağ olsun. bazen de arka ayağıyla itekliyor beni git başımdan diye, çok komik bir hareket bu ahhaha. sürekli izin isteyecek değilim kusura bakmasın. madem öyle, zorla güzellik olacak o zaman diyerek yakalıyorum kendisini. sıkıştıra sıkıştıra seviyorum, iyice bi mıncıklıyorum, sağını solunu öpüyorum defalarca. oh be, dünya varmış! kediler kendilerinden uzak durmaya çalışan insanlara yüz veriyorlar bu arada, kendilerine yüz vermeyen insanların adeta peşinden koşuyorlar. benden kaçan kedim, annemin etrafında dönüyor, adım adım takip ediyor annemi. annem onu sevsin diye sürekli anneme sürtünüyor, annemi ne zaman otururken görse gidip gidip kucağına oturuyor, bir de utanmadan uyuyor orda, hem de mırlaya mırlaya. peşinden koşuyorum, seni seveyim diye yalvarıyorum adeta, gelip benim kucağımda uyusana! kediler bu paragraf sizin için, en çok da kendi bebeğim için: bakın, dünyanın en güzel varlıklarısınız. mükemmelsiniz. aşığım size. gece gündüz sizi düşünüyorum. nasıl bu kadar güzel olabilirler ya diyorum sürekli. size ihtiyacım var benim. ya nolur biraz acıyın ya. sevmeme izin verin çok rica ediyorum. saygılar.
cins cins huyları olan bir bebekmişim. şimdi size bebekliğimle ilgili birkaç saçma şey anlatayım çünkü neden olmasın? annemin bir başörtüsü varmış ve ben o başörtüsüne bağımlıymışım. o olmadan uyuyamıyormuşum filan. bir gün misafirliğe gittiğimiz evde unutmuşuz mesela, gece problem çıkarıp uyumadığım için gidip almak zorunda kalmış babam. sabaha kadar bekleseymişim bari, ama yok! bu arada başörtüsünde annemin kokusu olması lazımmış yoksa kabul etmiyormuşum. sürekli elimde gezdirdiğim için kirleniyormuş tabi ve sık sık yıkanması gerekiyormuş, annem yıkadıktan sonra biraz kullanıyormuş başörtüsünü ve ben o şekilde alıyormuşum tekrar. bir süre sonra yıkana yıkana hali kalmamış başörtüsünün, bu yüzden annem aynısının yenisiyle değiştirmeye kalkmış ve ben yeni olanı kabul etmemişim. diğer bir cins huyum şuymuş: her gece saat 3 gibi uyanırmışım ve bir buçuk saat kadar kendi kendime oyun oynarmışım. oyunu tek başıma oynuyorum ama birisinin bana göz kulak olması gerekiyor tabi, sonuçta bebeğim. bu nedenle babam da benimle birlikte otururmuş her gece. arada bir arkamı dönüp babama bakarmışım, onun orada olduğunu görünce oynamaya devam edermişim. ismi "sıfır abla" olan bir hayali arkadaşım varmış. kendisiyle sık sık telefonda konuşurmuşuz. adının neden 0 abla olduğunu hiç bilmiyorum. o yaşta 0'ı nerden bildiğimi de bilmiyorum. cinsliklerimi bir kenara bırakalım şimdi. tatlı, sevimli bir bebekmişim. aynı zamanda akıllıymışım da. insanlar beni çok severmiş. yanaklarım çok güzelmiş mesela ahahah. babamın öğretmen olan bir arkadaşı varmış, beni gördüğünde demiş ki "bu kız okur." yaklaşık 3 yaşındaki bir çocuğa bakarak nasıl böyle bir tahminde bulundu bilmiyorum doğrusu. ne söyledim, ne yaptıysam artık. bir de şey, komşumuzun oğlu varmış benden birkaç yaş büyük, adı berat. bu berat tüm çocuklara kötü davranırmış, dövüyormuş galiba çocukları hahaha. bir tek bana bir şey yapmıyormuş. bunun da nedenini tam olarak bilmiyorum, annemle babamı sevdiği için olabilir. sebebi ne olursa olsun teşekkürler berat. telefonumda ya da bilgisayarımda buraya koyabileceğim bir bebeklik fotoğrafım olsaydı küçük clarice'i görebilirdiniz ama ne yazık ki uygun bir fotoğraf yok. albümlere bakarken fotoğraflarımın fotoğrafını çekmeyi aklıma getirirsem bir ara sizinle bebekliğimi paylaşabilirim. :)
saat 12'yi geçtiği için anlatacaklarım dünde kalmış oldu ama neyse, çaktırmayın. uyumadığım için bugün sayılıyormuş. mezun olduğum okulun "mezun iftarı" geleneği var ve bu seneki iftar bugündü. pandemi nedeniyle birkaç senedir bu geleneğe ara verilmişti, bugün tekrar başlatılmış oldu. eski okulumu, öğretmenlerimi, arkadaşlarımı görmüş oldum. çok keyifli bir şey bu. bazı şeyleri, bazı insanları çok özlemişim. güzel anılarımızı yad ettik. saçma sapan bir sürü şey yaşamışız, onları andık filan. yaşlandığımı hissettim biraz. liseye başladığım günü dün gibi hatırlıyorum oysa mezun olmamın üstünden bile yıllar geçmiş. sınıf arkadaşlarımdan birinin birkaç hafta önce bebeği oldu, o nedenle bugün gelemedi. birkaç arkadaşım mezun oldu üniversiteden, çalışmaya başlayanlar filan var. bir tane arkadaşım eşiyle birlikte gelmiş. değişik ya, büyümüşüz resmen. birkaç yakın arkadaşımla çıkışta başka bir şeyler yaptık. terapi gibiydi. uzun zamandır hissedemediğim kadar mutlu hissettim kendimi. oysa çok yakın bir arkadaşım beni ikna edene kadar bu sene katılmasam mı acaba diye düşünüyordum, "insanlarla iletişim kurma ve sosyalleşme havamda" olmadığım için. iyi ki de ikna olmuş ve gitmişim. bugünü unutmayacağım. ışıltılı, pırıltılı ve eğlenceliydi. :)
mecbur kalınca bekliyoruz tabi ama genel olarak sabırlı değilim sanırım. özellikle bir şeyi çok istiyorsam hemen olsun isterim. prematüre olmamdan belli, annemin karnında bile yeterince duramamışım, bir an önce çıkmak istemişim demek ki. böyle olacağını bilseydim istemezdim tabi, bilmediğimden oldu.
ben birkaç sene öncesine kadar bu duygunun ne kadar önemli olduğunun farkında değildim. "merhametten maraz doğar." diye bir söz var ya, buna inanıyordum sanırım, bilmiyorum tam olarak ne düşünüyordum. büyüdükçe fikrim değişti. merhametten maraz doğar mı? evet, ne yazık ki bazen doğar. ama buna rağmen merhametli olmalı insan. biz insanlar olarak çok aciz varlıklarız, bir şekilde hepimiz merhameti hak ediyoruz. merhamet sahibi olmayan insanlar diğer insanlara her türlü kötülüğü yaparlar. herkes birbirini bir kaşık suda boğar, o derece. çok ulvi bir duygu bu merhamet. bir insanı çekici gösteren en önemli şeylerden biri benim için, gün geçtikçe bunun daha çok farkına varıyorum. bir de şöyle düşünüyorum, ben merhametli olmazsam, Allah' tan ne yüzle merhamet umarım? ayrıca ben kimim ki birilerine karşı merhamet göstermeme hakkını kendimde bulayım? dünyadaki insan kaynaklı problemlerin neredeyse hepsinin nedeni insanların merhametsizliği. bu nedenle merhamet şart; diğer insanlara karşı, hayvanlara karşı, her türlü canlıya karşı, kendimize karşı. merhamet her şeyi güzelleştirir.
size saygı duymayan, size karşı incelik göstermeyen, kendiniz gibi olmanıza izin vermeyen, sizi dinlemeyen ve anlamaya çalışmayan, huzursuz ve mutsuz eden ve size kendinizi değersiz hissettiren insanlardan uzak durmak, gerekiyorsa bu kişileri katı bir şekilde hayatınızdan çıkarmak. bir ilişkiyi devam ettirmek için sürekli tek taraflı olarak çabalamak zorunda kalıyorsanız, bu tarz ilişkileri bitirmeyi bilmek.
oruçla ilgili en en en sevdiğim şey ne biliyor musunuz? akşam ezanının okunmasına birkaç dakika kala masada toplanıyoruz ya ezanı beklemek için, işte o birkaç dakikalık sürede dua etmek. geçmiş için, gelecek için, kendim için, sevdiklerim için, istediklerim olsun ve istemediklerim, korktuklarım olmasın diye... o birkaç dakikalık zaman dilimi bana çok değerli geliyor. güvenli hissettiren, huzur ve maneviyat dolu çoook güzel bir an o an.
kral harekettir. beni en çok ben anlayacağıma ve mizah anlayışım da en çok kendiminkiyle uyuşacağına göre tabi ki kendi kendime espri yapıp güleceğim. ağlarken yalnız ağlıyorsam, yalnız başıma gülmeyi de bilmem gerekir. kimseye ihtiyaç duymadan kendi kendime gayet güzel eğlenirim. üst düzey bir mizah anlayışına sahip olan kendimi bile güldürebiliyorsam, esprim zaten 10 numara demektir. aferin bana, bize, ikimize.
10 gün kadar önce içinde kaldığımız asansör. zaten bu asansörlerden birinde kalmadan mezun olmuş olsam ayıp olurdu. çok açıkta olmayan, "gizli" asansör diye andığımız birkaç tanesi var, onlar tam kalmalık aslında, kapıları 15 dakikada açılıp kapanıyor filan ama şaşırtıcı bir şekilde onlardan birinde değil de başka bir asansörde kaldık. zaten onlardan birinde kalmış olsaydık şu an hala o asansörün içerisinde olabilirdik, sesimizi duyan olmazdı çünkü. neyse işte, kalabalık bir şekilde asansördeydik, bir tane amcanın montu sıkışmış, bir anda durdu asansör. yardım ziline basınca bizimle iletişime geçtiler asansör hareket ediyor mu diye, kaldığımızı söyleyince birkaç dakika içinde bir şeyler yaptılar ve asansör hareket etti tekrar. (ne yaptıklarını bilmiyorum, birileri gelip yardım etmedi vs., biraz beklememizi söylemişlerdi ve bir süre sonra asansör kendiliğinden hareket etmeye başladı.) asansörde kalmak problem değil de, içeride küçük çocuk vardı, zaten kalabalık, oksijen yetmiyor filan, gerek yok tabi böyle aksiyonlara. bir kere yaşamış oldum, anı olur deyip geçiyorum, mümkünse bir daha olmasın.
size anatomi laboratuvarı anısı anlatacağım. ara sıra aklıma gelir ve gülümserim. labda kulak anatomisi çalışıyorduk. hoca elinde bir krem kutusuyla geldi, masa masa gezip kutunun içindeki kulak kemikçiklerini gösterdi bize. ama bir sevimliler, anlatamam. minicik kemikçikler, her şeyin küçüğü sevimli ya, kemiklerin de öyle. krem kutusunda muhafaza ediliyorlar bir de düşünün. elimize alıp bakamıyoruz, hoca kendi elinde tutup gösteriyor, öyle değerliler. keşke benim elimde de olsalar ya, krem kutusunda saklasam, ara ara çıkarıp bakıp geri koysam. benim favorim stapes bu arada. :)
Hoca cımbızla seçip gösteriyordu şu şu kemik diye. Harika bir dersti :)) benim de birkaç tane uçurasım geldi ama hocamız yanından hiç ayırmıyordu kemikçikleri. :d
bana "tövbe bismillah!" dedirten başlık. işe yaramaz olur mu ya? anatomi olmazsa olmaz, her şeyin temeli. elimde de bir kadavram ya da maketlerim olmadığına göre neyin nerde olduğunu görmek, anlamak için bir atlasa ihtiyaç duyuyorum ister istemez. sadece ilk iki sene anatomi derslerinde değil, ilerleyen senelerde de stajlar için lazım oluyor atlas. ne bileyim, göz stajında göz anatomisini, kbb'de o bölgelerin anatomisini güzelce hatırlamak gerekiyor konuları, hastalıkları vs. mantığıyla anlayabilmek için. bu nedenle hala kütüphaneye giderken atlas taşımak durumunda kalıyorum mütemadiyen. atlaslar candır ve olmazsa olmazlardır. değerlerini bilelim. :)
Portakallı çikolata kimin fikriydi acaba? Bu güzel uyum kimin güzel beyninden çıktı? Birbirlerine ne kadar çok yakışıyorlar ya. Kim bulduysa sevgiler. 😋
okuldan eve dönüyorumdur, binanın asansörüne binerim ve aynaya bakarım. ve derim ki "ay ne tatlıyım ya, ne kadar güzel olmuşum bugün." bunu diyebilmek harika bir şey çünkü o aynaya baktığımda dediğim şey genellikle şu oluyor: "nolmuş bana ya, bütün gün böyle mi gezdim ben? resmen yıkılmışım." çünkü çoğu zaman, sabah minnoş minnoş çıktığım eve akşam maddi ve manevi olarak çökmüş ve yıpranmış olarak dönüyorum.
bugün bu hanımefendiyle karşılaştım. motosikletinin üstünde dinleniyordu. emin değilim ama hamile olduğunu düşünüyorum. kendisini sevmeme izin verdiği için minnettarım. not: hanımefendi, hamile değil de şişmansanız, "hamile misiniz siz?" sorumu mazur görün, kabalığımı bağışlayın lütfen. hamile iseniz bir an önce bebeklerinize sağlıkla kavuşmanızı temenni ederim. :)
Tıp fakültesi öğrenciliğim. Satamıyorum ama sahiplendirmek isterim. 5.sınıfın 2.döneminden itibaren alıp devam etmek isteyen varsa özelden mesaj atsın. İlk dönemin tüm stajları ve 2.dönemin ilk stajı geçildi. İlgilenenler acele ederse iyi olur, cuma günü sınav var, sahiplenen kişi sınavı kaçırmamış olur.
okula gidiyordum, her şeyi okulda öğrenmiş oluyordum. açıyordum test kitabını takır takır çözüyordum. sanki bir şeyleri öğrenmek için ekstra bir çaba harcamama gerek kalmıyordu. sınavım olduğunda stres yapmıyordum, zaten çoğu şeyi biliyor olduğum için hızlıca bir konu tekrarı yapmam yeterli oluyordu. oysa şimdi öyle mi? :'(